24 Eylül 2013 Salı

Devekuşuna Mektuplar - Sonbaharda Kavak Yaprakları - Haldun Taner (6 Kasım 1983)


Kavaklarla başlar yaprak dökümü. Penceremin önünde dört kavak var. Son yapraklar rüzgara karşı çırpınıyorlar kopmamak için. Çınarlar, meşeler, sakız ağaçları, salkım söğütler, akasyalar henüz soyunmadılar, direnecekler bir süre daha.  Yaprakları renk değiştirerek, yeşilden sarıya, bakıra, kızıla, pembeye geçerek. Dokunulmazlık sahibi çamların onlara üstünlüğü ancak kasım sonunda ortaya çıkar. 

Bence mevsimlerin en güzeli sonbahar...Hele İstanbul'da, hele hele Kadıköy yakasında... Boğaz'a, Bebek'e, Maçka'ya, Şişli'ye, Etiler'e kışa benzer birşeyler yerleşse bile, İstanbul'un Riviyera'sı daha bir süre yazın stokunu yaşar. Sonbaharla birlikte bir şiirsellik iner Çamlıca'nın, Kalamış'ın, Erenköy'ün bahçelerine. Yaz kalabalığından kurtulunca boyutları, perspektifleri ortaya çıkan eski, soylu sokaklara...

Utanmasam 'Hazan' diyesim geliyor sonbahar yerine. 'Hazan' bu nostaljik hüznü daha iyi yansıttığından. 'Güz'ün eksiği bu muazzam sarılar senfonisini bir tek heceyle geçiştirişinde, bir de ilk iki harfi ile bu yumuşak mevsime hiç uymayan bir 'Gür'lük çağrışımı getirmesindedir. Hayatımın sonbaharında olduğum için mi üçüncü mevsimle bu özdeşleşme? Hayır. Ne oldum delisi ilkbaharı kaprislerinden, dingildekliğinden, maymun iştahlığından, güneş şımarığı yazı, kalabalığından, harcıalemliğinden, yavanlığından, netameli kışı da rüzgarından,  içe işleyen rutubetinden ve kasvetinden ötürü çok sevemedim. Oysa sonbahar geçilen yazdan bir kanısıcaklıkla, girilecek kışın ağırbaşlılığını birleştirmiş gibidir. 

Çalışmaktan yorulunca böyle geçici aylaklıklarla dinleniyorum. Sonbaharda havanın yoğunluğu da değişmiştir. Sesler başka türlü yankılanır. Maltaeriği ağacı çiçeğini sonbaharda açar. Bu çiçeğin mayhoş, uçucu, ısrarsız kokusu sonbaharın soylu kişiliğine çok yaraşır.Nedense en çok maltaeriği ağacı da da bu yörededir. Kalamış'ta, Ethem Efendi'de Çiftehavuzlar'da, Şaşkınbakkal'daki bahçelerin önünden sırf onun rayihasını duymak için tekrar tekrar geçerim. İnsanın adımları boş yollarda yankılanır. Okulu asmış aylak bir öğrenci misali ak saçlarımdan utanmasam bir ıslık tutturasım gelir. Köşedeki aktardan pestil alıp yiyesim gelir. Netameli bir mevsimdir sonbahar...Hele belli bir yaşta iseniz çocukluk anıları falan derken uçup giden mevsime kapılıp karamsar duygulara da kaptırabilirsiniz kendinizi. 

Böyle dalmış giderken karşıdan biri göründü. Sırtında yürüyüş kılığı, başında kasket, kibar, uygar, ama bu güzergahta görmeye alışık olmadığım yabancı bir silüet. Aynı anda, aynı sonbahar güzelliklerinin avına çıkmış olma ortaklığının tecessüsü ile yaklaşmakta olana baktım. İçimi birden bir sevinç kapladı. Kırk, ne kırkı, elli yıllık okul arkadaşım Necmettin Tuncer'di gelen. Sarılıştık. Bu yakaya bir iki geceliğine bir akrabasına misafir gelmiş. Akşamüstü'de 'Kalamış'tan bir huzur' almaya çıkmış. Birlikte yürüdük. Okulumuzdan konuştuk. Bugünkü Fransız hükümetinin bize karşı çarpık tutumuna kızıp koca Fransız kültürünü aforoz etmeye kalkanların hafifliğinden söz ettik. Malraux'dan, Le Monde Mebdomadaire'in son sayısından konuştuk. Büyükelçilikten emekli olduktan sonra boş durmayı  ar sayan Necmettin, üç emekli diplomat arkadaşının önüne düşmüş Hariciye'nin İstanbul'daki içler acısı arşivini hale yola koymak için gönüllü çalışmaya başlamıştı. Yabancı basınla ilişkisini sürdürüyordu. Harici politikamızın gelişmelerini görev başındaki bir diplomat gibi yakından izliyor, uzmanı olduğu deniz hukukunda değerli fikirleri ile katkılarını sürdürüyordu. O gün en çok, Yunanlı'ların Limni adasını adasını silahlandırmalarının hukuki ve siyasi sorunları üzerinde zihin yorduğuna tanık oldum.  Yolumuz üzerinde oturan müşterek dostumuz Zeki Kuneralp'e uğradık. Onu masa başında üçüncü kitabının müsveddeleri ile haşır neşir bulduk. Necmettin, Limni meselesini ertesi gün gelip onunla görüşmek istediğini bildirdi. Ama ertesi gün Boğaziçi Üniversitesi'nde Lozan Antlaşması ve Türk-Yunan ilişkileri üzerine bir sempozyuma çağrılmış, oraya katılmış, konuşurken...

Evet sonuna kadar çalışmak. Bu fakir milletin en iyi okullarında yetişmenin bedelini, hasta da olsa, durmadan arı gibi çalışarak ödemek. Dinlenmeyi ölümden sonraya erteleyerek. Necmettin böyle yapıyordu. Aslında Kuneralp de, bu satırların yazarı da böyle yapıyor. Paslanmaktansa aşınmak yeğdir diye öğretmişler bize. O zaman sonbahar kötümserleştiremez insanı. Dallarından kopmamak için sonuna dek çırpınan o küçücük kavak yaprakları gibi direnmek. Sırası gelince de sessizce, şikayetsizce dalından kopup gitmek. Yerini, gelecek baharda açacak yenilerine bırakarak...